Sabahtan Akşama Norveçli yazar Jon Fosse’nin okuduğum ilk kitabı ve sanırım sonuncusu da olmayacak. Yu Hua’nın Yaşamak adlı kitabından bu yana ağlamamıştım kitap okurken. Sabahtan Akşama bana çok farklı bir yerden dokundu, kendimi büyükbabamı özlerken buldum hep.
Sabahtan Akşama Johhannes’in doğduğu ve öldüğü günü anlatıyor. Romanda nokta kullanılmadığından tüm kitap bir cümleden oluşuyor gibi hissedebilirsiniz. Ancak insanı yoran bir okuma sunmuyor katiyen. Aksine, kendiliğinden akıyor her şey. Birinci bölüm olan doğumda Johhannes’in babasının heyecanını ve hayatına yeni giren minicik oğlu için heyecanın ve hayallerini paylaşıyoruz. İkinci bölümde, yani Johhannes’in ölümünde ise Johhannes’i okuyoruz sadece. İnsanı rahatsız eden ya da korkutan bir kitap olmaktan çok uzak bir roman olduğunu hemen belirteyim. Sadece ölüm üzerine çokça düşündürecek sizi. Ben kendi ölümümden ziyade sevdiklerimin ölümünü düşündüm hep. En çok da büyükbabamı. Bir güzel ağladım; hem Johhannes’e hem büyükbabama. Yakın zamanda sevdiğiniz birini kaybettiyseniz okumak için biraz bekleyin derim. Aslında bir tür terapi de olabilir ama… Gerçekten bilemiyorum. Kitabı bitirir bitirmez hakkında yazmaya başlayınca duygulardan henüz kurtulamadığımı anladım. Güzel bir kitap bu. İnsanı içine alıveriyor. Bir de neden bilmem kitabı okurken de okuduktan sonra da hep klasik müzik dinlemek istedim. Acaba sizde de aynısı olacak mı merak ediyorum. Keyifle ve mutlaka!
Norveçli yazar Jon Fosse The Telegraph’ın Top 100 living geniuses listesinde 83. sırada yer alıyor. Bir kitabından sonra bile neden bu listede olduğunu anlamak çok kolay. Yazarı ne yapın edin okuyun derim.
… iyi adamdı Ayakkabıcı Jakop, inançlıydı, kimseye benzemezdi, eşsizdi, kendi inancını kendisine saklar, başkasınınkine karışmazdı, inandığım Tanrı bu kötü dünyadan çok uzak, demişti Ayakkabıcı Jakop, bu dünyayı iyi, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten bir tanrının yönettiğine nasıl inanılabilir?…
Monokl Edebiyat’tan çıkan kitabın tanıtım yazısı aşağıda, almak için de buraya: Sabahtan Akşama – Jon Fosse
Johhannes ayakta durmuş tepelere, çayırlara, kayalıklara, evlere bakıyordu, iskeleye, kıyı şamandırasına bağlı kendi küçük kayığına, iskeledeki ambarlara bakıyordu, yol boyunca uzanan evleri, kulübeleri gördü, bütün bunlar karşısında yoğun duygulara kapıldı, çünkü çayırlar ve geri kalanlar, bildiği ne varsa, onun bu dünyadaki yeriydi, onundu hepsi, tüm o tepeler, ambarlar, kıyıdaki kayalar ve onları bir daha hiç böyle göremeyeceği duygusuna kapıldı, ama içinde kalacaklardı, kendisi olarak, bir ses olarak, evet, neredeyse bir ses olarak içimde kalacak, diye düşündü Johannes, ellerini kaldırıp gözlerini ovuşturdu, hepsinin ötesinde gökyüzünde, her bir duvarda, her bir taşta, her şeyde bir pırıltı vardı, tüm tekneler parlıyordu ve artık anlamıyordu Johannes, bugün hiçbir şey eskisi gibi değildi, bir başkalık vardı, ama ne olabilir bu, diye düşünen Johannes anlayamıyordu
-Jon Fosse-
“Fosse, İbsen ve Beckett’le kıyaslanıyor. Ama bundan daha fazlası var: Fosse ateşli bir şiirsel yalınlıkla yazıyor.”
-The New York Times-
“Fosse’nin yazdıkları hem çok yalın hem de çok derin. Anlatı tarzında uyumayan bir heyecan var. O, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar herkesin içinde olduğu durumlar hakkında yazıyor.”
-Bergens Tidende-
“Bir cerrah neşteri ne kadar hassas kullanıyorsa o da o kadar hassas yazıyor. Her gün olup biten şeyleri öylesine kendinden geçiren bir tarzda kesip biçiyor ki. Yaşamdan parçalar koparıyor ve onları bir an önce sergilemek üzere mikroskop altında inceliyor… bazen öylesine kopuk, bazen öylesine karanlık ki Kafka bile bu yazılanlar karşısında ürkerdi.”
-Aftenposten-